Küçük Beyaz Pense

31 Mayıs 2018

Merhabalar. Öncelikle uzunca bir zamandır yazamamış olmaktan, verdiğim sözü tutamamış olmaktan dolayı özür dileyerek başlamak istiyorum. Benim de zaman yönetimi ile ilgili çıkartmam gereken dersler olduğunun farkındayım. Elbette sizler “Ay yazsa da okusak!” diye beklemiş miydiniz bilmiyorum ama olsun, ben yine de özrümü dilemek istiyorum.

Bugün ne yazmak istediğimi düşünürken aklımda hep bir ev, odalar, içinde yaşayan insanlar ve bir sürü duygu vardı. Belki bugün dinlediğim şarkılardan, belki benim de farkında olmadığım çağrışım yapan bir şeylerden ama ben o ev, o yıllar ve bir anım üzerine yazacağım.

Bahsettiğim ev dedemlerin -annemin babası- evi. Antakya’nın eski evlerinden biri, dedemler evin sahibi değildi ama uzun yıllar o ev hepimizin evi oldu. Hepimizin evi oluşu aslında evin kendisinden değil orada yaşananlardan kaynaklanıyor. Allah rahmet eylesin, ben hem dedemi hem de nenemi çok severdim ve her ikisine de müteşekkirim, ömürleri olduğunca beni çok sevdiler. Bende çok yerleri, çok katkıları var.

Dedem -belki bilenler varsa diye adını veriyorum- Antakya’da köprübaşında Yeşil Hatay Kebap Salonu’nun sahibiydi. Besim Usta, kendi döneminin çok ötesinde kültür, görgü sahibi ama ilkokul mezunu, o günün Antakya’sının avantajı ile Fransızca, Arapça ve Türkçe bilen biri idi. Bir yandan tüm çocuklarını okutmuş, evinde kütüphane olan biriyken diğer yandan gayet normal bir esnaftı. Sonuçta günde üç öğün yemek pişirilip satılan bir lokantası vardı.

Lokanta, eski, yüksek tavanlı, dış cephesi camekân, çerçeveleri ahşap, soyulup zımparalanmadan tekrar tekrar yağlı boya yapılmış ve o boyalar kısmen kavlamış, kendine göre bir kokusu havası olan, çocukluğumun büyülü mekânlarından biri idi.

Şimdi böyle anlatınca bütün çocukluğum orada geçmiş gibi geliyor ama aslında biz hep gurbette idik. Annem ve babamın tatilleri kadar memlekete gelirdik ve ben her gün o dükkâna girerdim. Evden yürüye yürüye giderdim. Dedem sabah çıkarken davet ederdi ve ben de kahvaltı sonrası koştura koştura giderdim. O yol bugün yürüdüğüm zaman nasıl kısa, nasıl basit ama benim için o gün her yanı maceraydı.

Lokanta ile ilgili en çok aklımda olan her zaman birkaç tane Arap bülbülünün girince sol tarafta, dükkânın ortasına doğru bir noktada, duvarın içinde sanki bir pencere cumbası gibi bir girintinin içinde kafeste oluşları idi. Onların da kendilerine özel bir kokuları vardı ve nedense her zaman kafeslerine tellerin arasından uzatılmış boyuna kesilmiş bir dilim salatalık olurdu. Öterler miydi, sesleri güzel miydi, her yıl gördüğüm kuşlar aynı kuşlar mıydı hiç hatırlamıyorum ama hep varlardı onu hatırlıyorum.

Burası dikdörtgen derin bir alandı ve lokantanın oturma kısmı ile mutfağı birbirinden bir camekânlı buzdolabı ayırırdı. Bugün marketlerde gördüğümüze benzer, uzun yatay, aslında dev gibi bir dolap. Dolap sağda dururdu. Arkasında ufak bir el yıkama yeri ve onun arkasında da mangalın bulunduğu bölüm vardı. Ama benim asıl ilgimi çeken kısım solda, en arkada duran dedemin masası idi.

Bu masa bildiğiniz eski tip bir ahşap ofis masasıydı. Masasın üstüne bir cam da kestirilmişti. Cam ve masa arasında dedemin çeşitli fotoğrafları vardı. Çoğu bu dükkânda, sevdikleriyle, dostlarla, arkadaşlarla çekilmiş her yanından gülümseme, mutluluk, insan akan fotoğraflardı. Hepsi hayal meyal aklımda ya da benim kafamda uydurulmuş fotoğraflar var. Çocukluk anıları da biraz böyle bazen gerçek ve hayal iç içe. Ama hepsinde güzel insanlar var, tertemiz. Masasın aynı zamanda sağ tarafında -duvara yaslanan kısmında- üç de çekmecesi vardı.

Dedem beni hep “ortak” diye çağırdı. Ortaklığımız lokanta üstüneydi. Nasıl büyük gurur bugün söylerken bir bilseniz. Senede bilemedin on gün o lokantaya gelen çocuğa “Sen buranın ortağısın.” demek, arada sırada “Az geliyorsun, gel de şu hesaplara bakalım.” diye yalandan da olsa takılmak ona bu payeyi vermek. Ama öyle sözde paye vermekle olmaz. Dedem, Besim usta, nereden biliyordu bilmiyorum ama içinde çocuk nasıl yetiştirilir konusunda müthiş bir sezgi varmış. O bahsettiğim üç çekmecenin en altta kalanı benimdi. Dedem orayı bana vermişti. Benim çekmecem vardı ve her geldiğimde dedem “Çekmecene bir bak bakalım.” diye beni yönlendirirdi. Açtığım zamansa dedemin yıl boyunca ben aklına gelerek aldığı ne var ise o çekmecede olurdu. Bir ufak çakı, bir tornavida, mezura, metre, fener, saat vs. Benim ilgimi çektiğini bildiği ne varsa denk geldikçe almış orada biriktirmiş olurdu.

O çekmece benim için yılın beklenen piyangosu idi. Acaba içinden neler çıkacak diye memlekete geldiğimiz ilk sabah uçar gibi oraya giderdim. Ben çekmeceyi yağmaladıktan sonra dedem sorardı “Ortak aç mısın?” diye. Hep toktum aslında ama dedem sorunca “Ufak tefek bir şeyler yerim.” diye yanıtlardım. Dedem de “Geç tezgâhın arkasına, ne istiyorsan hazırla.” derdi. Ben de şişe geçmiş kebabı bozar, biraz daha pul biber ekler tekrar şişler, pişirirdim. Tabağımı hazırlar kendime servis eder. Mutfağa en yakın müşteri masasına -ki burası personelin yemek masası idi- oturur yemeye başlardım. Dedem de yanıma otururdu. Sohbet ederdik orada. Çok sorar, çok dinler, az anlatırdı ama bugün bile anlattıklarının çoğu aklımdadır. Çok nadir nasihat verirdi, hepsi aklımda.

Yedi yaşımın başında işte öyle bir gündü, “Ortak senin alet çantanda eksik falan var mı?” diye sorduğunda. Ben oldum olası tamirat aletlerini severim, dedem de bunu bilirdi ve benim bir çanta olmasa da aletlerimin bulunduğu bir yer olduğunu bilirdi. “Dedem her şey tamam ama bir tek pensem yok.” dedim. Dedem durdu “Ortak, senin pensen var ya.” dedi. Düşündüm, ezbere biliyorum pensem yok, olsa bilmez miyim, şaka değil pense bu, “Yok, dedem.” dedim. “Var oğlum var, olmaz mı? Senin çok güzel küçük beyaz bir pensen var. Nenenin çeyiz sandığında duruyor. Git iste versin. Yalnız en altta duruyor haberin olsun. Her şeyin altında.” dedi.

Ben bunu duyar duymaz koşa koşa eve gittim. Nenem evde, girdim ve hemen neneme durumu anlattım. “Dedem pensemi koymuş içine, çeyiz sandığını aç da alayım.” dedim. Nenem başladı, ne arar orada pense, olur muymuş ve envaiçeşit direnç ile karşımda durdu. Şimdi çok daha iyi anlıyorum, kadının en mahrem sandığını açtırmaya çalıştığımı, adı üstünde çeyiz sandığı bu. Mümkün mü öyle bir şey? Nenem Nuh dedi peygamber demedi. Açmadı sandığı. Akşama kadar uğraştım. Dedem gece eve gelince hemen penseyi sordu “Aldın mı?" diye. Yok dedim durumu anlattım “Nenem açmadı.” dedim. Dedem de verdi gazı “Ya pense şöyle güzel, böyle güzel bir görsen. Bu kadın da huysuz hep böyle yapar açsa ne olur.” diye. Ben de cayır cayır yanıyorum, ben o ateşle neneme yüklendikçe o da dedeme ters ters bakıyor. O yazın özeti bu oldu. Dedem beni doldurdu, ben neneme yüklendim, nenem sandığı açmadı. Rüyalarımda bile pense gördüm günlerce. Küçük, elime tam oturacak, parıl parıl yanan bir pense.

Ertesi yaz yine dedemlerdeyiz ve senaryo aynı. Değişen tek şey benim yaşım sekiz ve dedem nasıl iştahla anlatıyor. Sanki bir pense değil, uzaya gidecek gemi gibi. Fakat nenem, ah nenem ah, açmıyor bir türlü o ceviz rengi sandığı. Kilitli olmasa ben çoktan halletmiştim ama hep kilitli. O yaz da öyle geçti. Ben böylece pensesiz bir yazı daha bitirdim.

Dokuz yaşımın yazı daha büyümüşüm. Lokantada dedem aynı şekilde anlatıyor. Vay efendim nasıl da güzelmiş, görsem hayran kalırmışım, öyle pense mi olurmuş, bulunmazmış, banaymış vs. Eve geldim, artık sabrımın sonundayım ve duygu sömürüsü yapmayı bilecek yaşa da gelmişim. Neneme dedim ki “Eğer bu sandığı açmazsan ben de bu eve bir daha gelmeyeceğim, sen bilirsin." Ben böyle deyince canım nenem çok sinirli ama bir yandan da teslim “Peki gel bakalım sen gör, yok oğlum yok, orada pense falan yok.” dedi.

Gittik yatak odasına, hâlâ aklımda o oda. Yerde yeşil karoları ile evin girişinde sağda, bir basamak yukarıda salondan. Girdik odaya, sandık kapının arkasında hemen girer girmez. Nenem aldı anahtarı ve sandığı açtı. Bildiğin çeyiz sandığı, biraz kıyafet, biraz dantel, biraz havlu. “Bak!” dedi “Var mı pense? Olmaz burada oğlum, olmaz.” dedi. “En alttaymış.” dedim “Hepsini kaldıralım." Nenem oflaya poflaya sandığı boşaltmaya başladı; önce kıyafetler, sonra danteller, sonra havlular, kumaşlar ve en alta geldik. Hani hayatta bazen öyle anlar vardır ya adına ne denir bilmediğim ama içinden bilirsin şu an gördüğüm şeyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Tüm malzemelerin en altında sandığın dibinde küçük beyaz bir pense, bugün bile aklımda parıl parıl yanıyor.

Canım dedem o penseyi oraya bana ilk anlattığı günden önce koymuş. Nenemin bile haberi yok. Bu kısmı güzel bir sürpriz olarak çok anlamlı ama beni en çok etkileyen kısmı benim onu oradan alma sürecime hiç müdahale etmedi. Tek bir cümlesi yeterdi “Ragibe, aç sandığı! Pense orada ver çocuğa.” dese nenem hemen açardı ama demedi. Ben üç yıl uğraştım. Şimdi hemen aşağıda gördüğünüz fotoğraf işte o küçük beyaz pense. Ne beyaz, ne küçük ne de özel bir tarafı var ama benim için anlamı çok büyük. Tam 35 yıldır benimle, kaç ev, kaç adres değiştirdim neler neler kaybettim ama bu penseyi kaybetmedim. Peki neden? Neydi benim için onu bu kadar özel kılan?

Sevgi, birleştiren müthiş bir enerji. İçinde ilgi var, bilgi var, emek var, saygı var. Dedem, üzerine yazılmış kitaplar sevgiyi nasıl tanımlıyor ise onu hayata geçiriyor aslında. Benimle ilgileniyor, zaman ayırıyor, önemsiyor. Üstüne benimle ilgili bilgi sahibi de. Ne sevdiğimi biliyor, neye ihtiyacım olabileceği konusunda fikri var. Emek veriyor, gidip alıyor, planı yapıyor, saklıyor, benle konuşuyor ve hedef gösteriyor. Ancak tüm bunların ötesinde müthiş bir saygı gösteriyor. Karışmıyor mücadeleme, işimi kolaylaştırmıyor sadece heyecanımı canlı tutacak bir tavır içinde oluyor. Şimdi daha iyi biliyorum dedem beni çok seviyor.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…

DANIŞMANA AİT SON PAYLAŞIMLAR

Merhabalar. Öncelikle uzunca bir zamandır yazamamış olmaktan, verdiğim sözü tutamamış olmaktan dolayı özür dileyerek başlamak

Devamını Oku

Daha önce yazılarımda anne-babanın çocuğun yaşamının en güçlü tanıkları olduğundan, onun hayatının en önemli kişileri olduklarından bahsetmiştim. Çocuk bu temel ilişki içinde

Devamını Oku

Daha önce hiç denk geldi de izlediniz mi bilmiyorum ama ben TV programları yapıyorum. Önce sevgili Doğan Hocam’la İnsan İnsana...

Devamını Oku